3 Aralık 2012 Pazartesi

ŞEKER SEPETİ


EMİR VE ŞEKER SEPETİ 

Sepetteki şekerleri sırasıyla Yusuf Emir'in bacak, gövde ve kollarına sürdüm. Bacak ve gövdede çok huylandı ve hareketlendi. 

  



26 Kasım 2012 Pazartesi

26 Eylül 2012 Çarşamba

ARAŞTIRMA


Okullarda gerçekleştirilen öğretim etkinliklerinin en önemli özelliklerinden biri amaçlı ve programlı olmasıdır. Öğretimin kendisi, başlı başına planlı bir etkinliktir. Bir öğretmen, meslek deneyimi ne kadar fazla olursa olsun, plansız çalışamaz. Plansız yapılmaya kalkışılan bir öğretim, zamanı boşa harcamak anlamına gelir. Bu nedenle, öğretim rastlantılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Öğretimde önceden saptanmış olan amaçlara ulaşmanın en etkili yolu da planlı çalışmaktan geçmektedir. Plan hazırlamanın temel işlevi, öğretim programlarında yer alan tüm öğretililerin karşılıklı etkileşim içerisinde bir bütün olarak işe koşularak arzu edilen amaçlara ulaşılmasının sağlanmasıdır. Bu nedenle,bir öğretmenin öğretimdeki başarısı, ders öncesi yeterli hazırlık yapmasına bağlıdır. Ders öncesi yapılacak hazırlıklar içinde en önemli olanı ise, öğretim etkinlik­lerinin planlanmasıdır.
 Öğretimde başarılı olmak, plan yapmayı ve planlı çalışmayı gerektirir. Plansız yapılan etkinlikler, işlerin gelişigüzel yürümesine, aksaklıklara, zaman ve emek kaybına yol açarak öğretimi gerçek amacından uzaklaştırır. İyi bir planlama, öğre­tim etkinliklerinin akıcı ve düzenli olarak yürütülmesine olanak sağlar. Öğretimde plan yapma öğretmenler için zaman alıcı bir iştir. Ancak, plan birçok bakımdan etkili bir öğretimin başlıca araçlarından, planlı çalışma da iyi ve başarılı bir öğretmen olmanın ön koşullarından biridir. Plan, öğretmenin bilgi­sini, becerisini, yeteneğini ve zekâsını öğrencilerin daha iyi öğrenmesi için en uy­gun öğrenme ortamını yaratma yönünde harekete geçirir. İyi planlanan ve uygulanan öğretim etkinlikleri, öğretim sürecinde yaşanabilecek olası birçok sorunun da ortaya çıkmasını önleyebilir.


Yıllık plan; bir eğitim-öğretim yılı içerisinde kazandırılması düşünülen hedefler ve davranışları, ele alınacak kavramları, gezi-gözlem etkinliklerini, özel gün ve haftalara ilişkin etkinlikleri ve bu etkinliklere ailenin katılımının nasıl olacağını içeren ana plandır. Bu ana planda, belirlenen etkinliklerin nasıl uygulanacağı ile ilgili eğitim durumları ve değerlendirmenin farklı boyutlarda nasıl yapılacağı da ana hatlarıyla yer almalıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, yıllık plan hazırlama öğretmenin bir yıl için seçtiği hedefleri, davranışları, kavramları ve diğer etkinlikleri toplu olarak görmesi açısından önemlidir. Yıllık planın hazırlanması bir yıllık eğitim-öğretim döneminin daha verimli kullanılmasını sağlar.


Günlük plan; bir gün içinde kazandırılması düşünülen hedefleri ve davranışları, eğitim durumlarını ve değerlendirme bölümlerini içermektedir. Günlük plan, yıllık plana kıyasla daha ayrıntılı bir plandır. Günlük planda özellikle eğitim durumlarının ayrıntılı bir biçimde ve birbirleriyle bağlantılı olarak düşünülmesi gerekmektedir. Aynı şekilde değerlendirmenin ne şekilde yapılacağı ve kullanılacak değerlendirme materyallerinin neler olacağı da açık ve anlaşılır biçimde belirtilmelidir.


günlük plan

25 Mart 2012 Pazar

MÜZİK SF:26

NİNNİ:

ATEM TUTEM MEN SENİ
HOP HOPUN OLSUN OĞLUM
GÜL TOPUN OLSUN OĞLUM
SIRALI KAVAK DİBİNDE
TOYLUĞUN OLSUN OĞLUM

ATEM TUTEM MEN SENİ
ŞEKERE GATEM MEN SENİ
AKŞAM BABEN GELENDE
ÖNÜNE ATEM MEN SENİ

EV SÜPÜRE TOZ EDE
HAMAMA GİDER NAZ EDE
EL AYAĞI KİR İÇİNDE
YIKAMAM DİYE NAZ EDE

ATEM TUTEM MEN SENİ
ŞEKERE GATEM MEN SENİ
AKŞAM BABEN GELENDE
ÖNÜNE ATEM MEN SENİ


TEKERLEME:

  • Çatalcada topal çoban çatal yapıp çatal satarmış.                                             Neden çatalcada topal çoban çatal yapıp çatal satarmış?                                      Kârı için çatalcada topal çoban çatal yapıp çatal satarmış


  • Hakkı Hakkı'dan hakkını istemiş. Hakkı da Hakkı'nın hakkını vermeyince, Hakkı Hakkı'nın hakkından gelmiş.

MÜZİK ALBÜMÜ HAZIRLAMADA YARARLANILAN KAYNAKLAR

  • Kitaplar
  • Basın yayın araçları (CD, DVD, Gazete, Dergi
  • Çocuklar
  • Öğretmenler
  • İnternet

Resim dersinden oldum olası nefret ederim. Bunun sebebi arkadaşlarım kadar iyi yapamıyor olmam ya da istediğim gibi resim yapamıyor olmam olsa gerek. Beni resim konusunda serbest bıraktıkları zaman oldukça mutlu oluyorum ama istediğim resmi yapamıyorum. Daha normal, daha gerçekçi bir resim yapmak zorunda kalıyorum. Resmime duygularım, isteklerim, değil etrafımda ki insanların düşünceleri yön veriyor. Tabii ki bu hep böyle olmadı. 7. Sınıftan sonra resim dersinden daha da soğudum zaten. Oysaki 6. Sınıfta ne çok severdim resim dersini. Çünkü o zaman istediğim gibi resim yapabiliyordum. Resim dersine giren öğretmenim, oldukça açık düşünceliydi. Benim çizdiğim resim ne olursa olsun “saçma” demiyordu. Belki de o yüzden en çok sevdiğim öğretmenim hala o… size 7. Sınıfta başıma gelen olayı anlatmayı düşünüyorum. Biliyorum ki bunu okuduktan sonra bir çoğunuz bana gülecek ve bana “ sen çocuk musun?” diyecek… Sözlü olmasa bile içinden böyle geçirecek. Ama umurumda olduğu söylenemez…
 7. sınıfta resim dersindeyken öğretmenimiz bize konu olarak serbest bırakmıştı. Ben ilk önce aklımda çizeceğim resmi canlandırdım. Bir manzara resmi yapacaktım. Resim yeteneğim o kadar iyi olmasada düşündüğüm resme yakın bir şey çizdim. Bir şelale çizmeye çalışmıştım. Sıra arkadaşıma gösterdiğimde oldukça iyi olduğunu söylemişti. Resmi boyamaya başlamadan önce resme bir kez daha baktım. Bir şeyler eksikti. Değişik şeyler yapmayı severdim. Aile resmi çizerken insanları değil de tavşanları kullanmak gibi.  En sonunda ne eksik olduğunu bulmuştum.  Şelaleye bir çift göz ve gülümseyen, dişlek bir ağız çizdim. Resme bakınca “evet işte bu!” diyordum. Ama bir şeylerde hala eksiklik vardı. Sonra güneşe, bulutlara, yeşillikte açmış olan çiçeklere renk vermeden önce onlara da bir çift göz ve ağız çizdim.  Resmi boyadıktan sonra istediğim resmin bu olduğunu anlamıştım. Yine sıra arkadaşıma gösterdiğimde bana güven veren sesiyle oldukça güzel ve değişik olduğunu söylemiş ve benim hayal gücüme sahip olmayı istediğini belirtmişti. Sesinden, tavrından ne kadar samimi olduğunu anlamak mümkündü. Onun beğenmesi beni mutlu etmişti. Boş derslerde onunla oynadığımız oyunları hatırlatarak, onun da hayal gücünün oldukça çok olduğunu belirtmiştim. 7.sınıfta yaratıcılığımın doruklarına ulaştığımı ama aynı şekilde en derine düştüğümü şu anda oldukça iyi anlıyorum. Akşam eve gittiğimde Annem her zaman ki gibi bu gün okulda ne yaptığımı sorduğunda ben heyecanlı bir şekilde bu gün yaptığım resimden bahsettim. Ayrıntısına girmek yerine ona resmi gösterdim. Annem yüzünde tuhaf bir ifadesi vardı. Ben de resme ne zaman baksam benim de yüzümde tuhaf bir ifade oluyordu ama annemin ki benim yüz ifademden farklıydı. Resime bakarken gülmesi beni üzmüş olmasına rağmen ben yine bir ümitle nasıl olduğunu sordum. Soruma cevap vermek yerine babama göstermemi söyledi. Babamın yanına giderken içimde resme baktığımda oluşan o sevinç vardı. Ama babama gösterdiğimde o sevincin yerini üzüntü aldı. Babam bana “sen çocuk musun da böyle resimler yapıyorsun? Biraz büyü!” demişti. Babamın söylediği sözler benim boğazımın ağrımasına neden olurken gözlerimin dolması kaçınılmazdı. Onların gerçekçi dünyalarına ben bu hayal gücümle uymuyordum, onlar ise her şeye gerçekle bakan düşünceleri yüzünden benim dünyama uymuyorlardı. Ya ben değişecek gerçekçi olacaktım ya da onlar benim dünyama uyacaktı. Ne kadar onların benim dünyama uymasını istesem de ben onların gerçekçi, renk olmayan, sıkıcı dünyalarına uymaya başladım. Zamanla her şeyde bir çift göz gören düşüncelerim kaybolmaya başladı. Ama sıra arkadaşım hayal gücümün kaybolmasına izin vermedi. Teneffüslerde, boş derslerde oynadığımız o “saçma” oyun sayesinde devam etti. Bu oyun belki saçmaydı, belki iğrençti, belki de abartmadan başka bir şey değildi ama benim sevdiğim bir oyundu. Uranüs’te tatil, Mars taşlarından yiyecek vs… o farkında olmadan benim hayatımı kurtardı. Bense hâlâ bu minnettarlığımı nasıl ödemem gerektiğini dahi bilmiyorum. Onun sayesinde ben hâlâ, her şeyde bir çift göz görebiliyorum…

ÇOCUK RUH SAĞLIĞI SF:50




Ceza ve ödül ne anlama gelir?

Çocuk yürümeye başladığı andan itibaren evin içinde bir güç gösterisi başlar. İstediğini almaya ve ellemeye çalışan çocukla, ona engel olamaya çalışan büyükler arasında ki bu çatışma doğru davranılmadığında , büyük bir sorun haline gelir. Evdeki eşyalar çocuğun ulaşamayacağı yerlere kaldırılmaya başlanır, eline aldığında kızılır, ama bazende oynmasına izin verilir. Çocuk bir türlü büyüklerin yapmaya çalıştığını anlamaz. Yapmaması gerektiğini değil, büyükleri nasıl ikna edeceğini düşünmeye başlar. Oysa kararlı, devamlı ve doğru söylenen “hayır” çocuk için anlamlı olacaktır. Bir süre sonra ne yapacağını, ne yapmamasını öğrenen çocuk, yaptığı ve yapmadığı için ödeyeceği bedeli, kazanacağı değeri de öğrenmiş olmalıdır. Cezalar, çocuğun canını fiziksel olarak yakmayacak, çocuğun yaşına uygun ve bir çeşit bedel ödeme olara kabul edilebilecek şeylerdir.Çocuğun bir kez daha aynı şeyi yaptığında aynı yaptırımla karşılaşacağı durumlardır. Cezalar mutlaka çocuğun yaşına ve gelişim dönemine uygun olmalıdır. Ayrıca çocuk o cezayı daha önce öğrendiği ve yapmaması gereken bir durum için aldığını bilmelidir. Duruma uygun, haklı bir ceza çocuğu üzmez. Ama cezalar tehdit halinde kalırsa, çocuk anne babasının ağzından çıkanların yapılmadığını, her hangi bir şekilde onları vaz geçirebildiğini öğrenirse cezanın anlamı kalmaz. Çocukla, aile arasında bir oyun haline dönüşür ve genellikle bu oyunu çocuk kazanır. Ödül ise genellikle yanlış kullanılan bir kavramdır.Ödül, zaten yapması gereken bir şeyi, iyi yaptığı için, çocuğa verilen şeydir.Oysa genellikle, çocuğa zaten yapacağı bir iş için önceden önerilen şeydir ve adına ödülden çok rüşvet demek gerekir.Bunun önemli sakıncaları vardır.Öncelikle, sakıncası vardır; eğer çocuğa herhangi bir şeyi rüşvet olarak öderseniz bir dahaki sefere önerdiğiniz şey yetmeyecektir.Ayrıca çocuk, bu durumda ödev yapmanın kendi sorumluluğu olmadığını düşünecektir.Ödevini annesini ya da babasını kazanmak, herhangi bir menfaat elde etmek için yaptığını düşünecektir.Bundan sonra da bu çocuğa ödev yaptırmak çok zor hale gelecektir.

Ödül ve ceza nezama uygulanmalı?

Bir çocuğu hep ödüllendirmek ya da sadece cezalandırmak birçok sorunu beraberinde getirecektir.Ceza ve ödül, mutlaka yerinde, zamanında, gerekli durumlarda ve gerektiği dozda kullanılmalıdır.Ayrıca çocuğun yaşına ve durumuna uygun olması da çok önemlidir.Öncelikle şunu unutmamak gerekir. Dövmek hiçbir biçimde bir cezalandırma yöntemi değildir.Aslında şiddet çaresizliğin dışa vurumudur. Çaresiz kalan, çocuğu doğru yolla eğitemeyen ailenin çaresizliği.Sonuç olarakta, ruh sağlığı yerinde olan erişkinler, şiddet uyguladıktan sonra kendileri daha çok üzülür ve çaresizlikleri artar. Ama çocuk öğrenmesi gereken doğruyu öğrenmemiş olur.Çocuğa fiziksel acı verilmemelidir.Bunun yerine çocuk sorumluluğu olan bir şeyi yerine getirmediği zaman öncelikle onu uyarmak, sonra yaşına uygun olarak bedel ödetmek gerekir.Tüm bu cezaları verirken mutlaka suçla orantılı davranılmalıdır.Bu en etkili yöntemdir.Çok büyük bir suça çok küçük bir ceza verirseniz, bunun hiçbir anlamı olmaz.

Çocuğa, mutlaka cezanın neden verildiği anlatılmalıdır.Çocuk neyi yanlış yaptığını, neden yanlış yaptığını ve neden ceza gördüğünü bilmelidir.Ayrıca uygulanan cezadan vazgeçmemek gerekir.Çoğu anne baba verdikleri cezadan kolayca vazgeçerler..Ceza, bir kere söylendiğinde mutlaka sonuna kadar uygulanmalı.Çocuk özür dileyebilir, ama bu cezayı ortadan kaldıran bir sonuç doğurmaz.Sadece bir kez daha yapmayacağına dair bir sözdür.
Ödül de aynı şekildedir.Çocuğa gereğinden fazla ödül vermek de sorun yaratacaktır.Çünkü böyle bir durumda ödülün hiçbir anlamı kalmaz.Ödüller de aynı cezalar gibi yerinde ve dengeli bir biçimde kullanılmalıdır.Ödül sisteminin yanlış kullanımı çocuğun yaptığı şeyin ölçüsünü anlamasını sağlayacaktır.

Yapılan yanlışlar neler?

Genel olarak bakıldığında, ödül ve ceza sistemleri ailelerimizde doğru uygulanmamaktadır.Aileler,Ceza kullanımı konusunda ya korkak, ya da aşırı davranıyorlar.Çocuklarının kişiliklerini kazanmalarını zedeleyeceklerini düşünüyorlar.Burada fark edilmeyen bir şey var.Bedel ödemeyi bilmeyen, sınırsız çocuklarla,evden kaçan, umursamaz ve öfkeli çocuklar yaratılmaktadır.Aileler, çocuklarını yetiştirmenin yanında onların sınırlarını da belirlemek zorundalar.Yoksa, ruhsal açıdan sağlıksız ve toplumla uyumsuz nesiller oluşur.
Çocuk büyütürken ceza vermemiz gerekip gerekmediği konusunda çoğu zaman kararsız kalırız. Oysa,dengeli bir biçimde kullanılan ceza ve ödül sistemi, çocuğunuzun eğitiminde size büyük ölçüde yardımcı olacaktır.

Ailelerin bir kısmı sadece ceza vererek bunu sağlamaya çalışırken, bir kısmı hiç ceza vermemekle övünmektedir. Oysa çoğu kez verilen cezalar ya çocuğu düşündürmeyen ve etkilemeyen cezalar olmakta, aile de cezanın işe yaramadığını düşünmektedir. Ya da ağır, fiziksel cezalar olmakta, çocuğu eğitmek yerine öfkelendirmektedir. Benzer şekilde ödüller gerektiğinde ya da uygun dozda kullanılmayınca, ödül olmaktan çıkıp, çocuk adeta hak haline gelmektedir.


ÇOCUK BESLENMESİ SF:60

 “Ben FAS’lı bir çocuğun annesiyim. Doğumdan sonra bebeğimin FAS’lı olduğunu öğrendiğimde her şey için artık çok geçti. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Doktorların bebeğimin neden bu halde olduğunu söylediğinde ise eşimin bana bakışları beni ikinci kez öldürmüştü. Bir saat önce sevgiyle bakan gözleri artık nefretle bakıyordu. Bir kavga çıkması an meselesiydi. Eşim, benim alkolü bıraktığımı zannederken ben ondan gizli hep içiyordum. Bana hep  ‘Bu illete birlikte başladık ve birlikte kurtulduk’ derdi. Evet, ben tam 2 yıldır alkol bağımlısıydım. Eşimle tanıştığımız gün başlamıştım alkole. O gün doğum günümdü ve ilk kez tek başıma kutluyordum. Daha da doğrusu ailem olmadan. Deniz kıyısında oturmuş sessiz sessiz ağlıyordum. O yanıma gelmiş ve neden ağladığımı sormuştu. İlk başta korkmuştum. Tanımadığım bir adam benimle konuşuyordu. Ben ona cevap vermemiş ve gözlerimi denizin karanlık olan görüntüsüne dikmiştim. Benim onunla konuşmam için türlü türlü şeyler anlatıyordu. Kimisi komik, kimisi korkunç. Onunla konuşmamakta ısrarcı olduğumu anlayınca kendi hayatını anlatmaya başlamıştı. Hayat hikâyesi benimkine benziyordu. Oda benim gibi ailesini kaybetmişti. Yaşadıklarını anlatırken ağlıyordu da. En sonunda rahatladığını söylemişti. Arkadaşlarının yanında bu konuyu çoktan unutmuş gibi davrandığını en sonunda birine anlattığı için acısının azaldığını söylemişti. İnsanlara gerçekten istediğini yaptırabilen bir güce sahipti. Ben de başımdan geçenleri anlatınca bana bir teklifte bulunmuştu. Açıkçası oldukça cazip gelmişti. Teklifini kabul edince kalkıp bir yere gitmiş ve elinde iki şişeyle geri gelmişti. Şişelerden bir tanesini bana uzatmıştı. Elindeki şişeyi alırken içimde sadece acının dinmesi için büyük bir arzu vardı. İlk kez alkol alan ben, bir yudumdan sora boğazımın yandığını haykırmıştım. Evet ilk yudumda sarhoş olmuştum bile. Bir iki yudum derken ikimizde 4 şişeyi bulmuştuk. Alkol damarlarımda fink atarken ben her yudumda biraz daha içmek istiyordum. 1 ay sonra artık bir bağımlı olmuştum ve günümün yüzde 65’i alkol içmekle geçiyordu.  2 yıl sonra evlenmiş ve bir bebek bekliyordum. Eşim bunu duyunca her şeye yeniden başlama teklifi sunmuştu önüme. Alkol olmadan bir yaşam. Bunu kabul etmiştim. İlk bir hafta oldukça zorluk çekmiştik ikimizde ama ikinci haftaya gelince artık o kadar zorluk çekmiyorduk. Eşim oldukça iradeliydi ama ben… Ben artık dayanamıyordum. Eşim işe gittiği zamanlarda ben alkol kullanmaya devam ediyordum. Azar azar içiyor eşime belli etmiyordum. Her gün bir bardak fazlalaşıyordu içkim. Eşimse bunu fark etmek yerine alkolden kurtulduğumuz için seviniyordu. Ona hep yalan söylüyordum. Ama o fark etmiyordu.
  Aylarca içtiğim alkole dur demem bir gün izlediğim bir programla oldu. Bir sağlık programında alkolün anne karnındaki bebeğe zararları hakkında konuşuluyordu. Evet, o gün bıraktım… Daha doğrusu o gün içmedim sadece. Alkole dur diyemiyordum. Bebeğim doğduktan sonra da içmeye devam ettim. Eşimin benden boşanması da üzerine eklendi. Herkes bana tiksinerek bakıyordu. Ben ne çocuğumu görebiliyor nede dışarı çıkabiliyordum. Etrafımdaki herkes sanki benim yaptığım bu iğrençliği biliyor gibi geliyordu. Aynaları çok seven ben artık aynalara dahi bakamıyordum. Geçen her gün yaşamak için nedenimin olmadığını gösteriyordu.
  Bu gün televizyonun karşında oturmuş, müzik kanallarını geziyordum. Belki, belki biraz müzik bana iyi gelir diye düşünüyordum. Sağ elimde ki kumandadan kanalları gezerken sol elimdeki şişeden her kanal değiştirişimde bir iki yudum alkol alıyordum. Bir müzik kanalında durdum. Televizyondan çıkan müzik ruhumu rahatlatıyordu. Bu müziği hep sevmiştim. ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ nın müziği kulaklarımda çınlarken şarkıya renk katmış ve televizyonlarda karşımıza çıkmasını sağlamış olanlara teşekkür ediyordum. Şarkının sözleri de güzel olmuştu. Şarkıyı söyleyenin, yani solistin sesi oldukça güzeldi. Şarkıyı dinlerken dahi alkolü içmeye devam ediyordum.  Şarkının nakaratına gelince ben de mırıldandım.
‘Hayat bu işte,
Kanatlanıp gitmek dururken, dört duvar içinde hapsolursun.
Yaşamak için bir neden ararken, ölmek için bulursun…’
 Nakaratın son sözleri beynimde yankılanırken, sözler,  benim bir şey fark etmemi sağladı. Yaşamak için hiçbir nedenim yoktu. Ölmek için ise bir sürü… Çocuğumun hayatını mahvetmiş, onun hayatıyla oynamıştım. Belki hiç evlenemeyecek, bir çocuk sahibi olamayacaktı. Okula dahi gidemeyecek, bir iş sahibi olamayacaktı. Daha da önemlisi ben hem eşimi hem de çocuğumu kaybetmiştim. Ve şu anda bu mektubu yazmaktayım. Damarlarımda hala alkol gezmekte. Bunu okuyan her kimse, benim ne acınası varlık olduğumu düşünmesin. Aslında köküne inersek bütün suç eşimde. Ben sadece acımın geçmesi için ona güvendim…”